Bir Devrimin Eşiğinde (9) - Harari’nin “Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens”’inin Eleştirisi (1)

in #tr7 years ago

Yuval Noah Harari (1976 Hayfa) Kudüs Hebrew Üniversitesinde, İsrailli bir tarihçi. “Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens” isimli, kırktan fazla dile çevrilen ve “evrensel tarih” diye vaftiz edilen kitabı, dünya çapında en çok satanlar listelerine girdi.
Biz de İbni Haldun, Marks-Engels, Kıvılcımlı, Troçki’lerin “evrensel tarihçi”liğinin bir izleyicisiyiz. Çünkü Marksist olmak “evrensel tarihçi” olmayı gerektirir. Marksizmin konusu toplum ve toplumun hareket yasalarıdır. Marksizm, kimilerinin sandığı veya söylediği gibi bir “dünya görüşü”, bir “felsefe”, bir “ekonomi teorisi” değildir.
(Kaldı ki “dünya görüşü”nün, “felsefe”nin ne olduğu yani toplumsal olgular olarak nasıl tanımlandığı ve tanımlanması gerektiği de ayrıca başlı başına ele alınması gereken bir konudur. “Dünya görüşü” ya da “Felsefe” diye sosyolojik kategoriler yoktur ama açıklanması gereken kendini öyle tanımlayan veya öyle tanımlanan olgular vardır.)
Toplumun hareketinin veya evriminin yasaları tüm toplumların tarihinden, tarihsel olgulardan çıkar. Bu nedenle “evrensel tarihçilik” esas olarak Marksistlerin işi olagelmiştir . Hatta Marksizm’in ilk doğuş çığlığı denebilecek Komünist Manifesto bir “evrensel tarih” denemesi olarak da okunabilir. Burjuvazinin saflarından nadiren böyle bir alanla, yani toplumun genel hareket yasalarıyla ve tarihiyle ilgilenen çıkar.
Bilimin ham maddesi olgular olduğundan, yıllardır antropolojik, arkeolojik bulguları yakından izlemeye, bu bulgular ışığında dayandığımız (Marksizm’in dayandığı) genelleme ve kavramları sürekli olarak kontrol etmeye, gözden geçirmeye ve dakikleştirmeye çalışırız.
Tabii bunun de için yayınları izlemeye ve incelemeye çalışırız. Hayatımızın özellikle son otuz yılında bunu genellikle Almancadaki yayınlar üzerinden “Spektrum der Wissenscaft” ve benzeri türevleri ve de kitaplar üzerinden yapmaya çalışırız.
Yani meslekten bir sosyolog, tarihçi, arkeolog, antropolog veya paleantolog, biyolog, fizikçi vs. olmamamıza rağmen, bir sosyolog (Marksist) olarak araştırma ve buluşların son durumları hakkında bir yargıya varacak kadar asgari bir bilgi seviyesini tutturmaya çalıştık diyebiliriz.
Bir devrimci olduğumuzdan, enerjimizi hiçbir zaman popüler kitaplar yazmaya harcama olanağımız olmadı ve olacak gibi görünmüyor da.
Troçki’nin de değindiği gibi, tarih ve toplum hiçbir şeyi karşılıksız vermediğinden, zaman ve enerjimizi, ister istemez “kültür”e değil, politikaya, ezilenlerin mücadelesine ayırmak zorunda olduk ve olacağız.
Bu gibi nedenlerle bizim “evrensel tarihe” ilişkin sonuçlarımız sistematik, akademik standartlara uygun bir kitapta veya popüler ve çok satan kitaplarda değil, politik mücadeleye ilişkin yazıların içinde, geçer ayak değinmeler, örnekler olarak bulunabilir.
Örneğin yıllar önce yazdığımız ve Ortadoğu için olmazsa olmaz olan “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu” bir programdır ama aynı zamanda tıpkı Komünist Manifesto gibi bir “evrensel tarih” özeti sayılabilir. Özet, burada, tıpkı Komünist Manifesto’da olduğu gibi bir gerekçe bölümü gibidir ve aslında tarihin, dinler ve devrimler tarihi olarak yeniden bir yazılışıdır.
Marksizm’in bu temel yaklaşımı nedeniyle “evrensel tarih” ve ondan hareketle toplumun genel hareket yasaları, esas olarak Marksizm’in alanı olagelmiştir: Bu alanda pek burjuva veya akademik çalışmalar görülmez.
Ancak son yıllarda arkeoloji, antropoloji vs. alanındaki bilgiler muazzam arttı. Keza çeşitli dönemlere ilişkin monografiler eski bilinenleri epeyce sarstı, bilgi birikimi o noktaya geldi ki, akademik (burjuva) sosyolojiler ve tarihçiliğin teorik çerçevesi artık bu birikimi taşıyamaz oldu ve deli gömleği yırtılmaya başladı.
Bugün birçok arkeolog ve tarihçi, aslında Marksizm’in önermelerini, Amerika’yı yeniden keşfederce, yeniden keşfediyor ama onların Marksizm olduğunu bilmiyor .
Antik tarihe ilişkin birçok çalışma, hiç farkında olmadan Kıvılcımlı’nın yıllar önce söylediklerinin birer doğrulanması olmaktan öteye gitmiyor .
Bu birikimin sonucu olarak, tabii müthiş globalleşme, çevre felaketlerinin tüm insanlığın kaderinin ortak olduğunu göze batırması, internetin açtığı olanaklar vs. de buna eklenince, akademik bilim veya burjuvazi evrensel tarihe yönelme eğilimi gösterdi.
Son yıllarda örneğin Jarred Diamond biraz böyle tanımlanabilecek eserler verdi.
Diamond’un çalışmalarını heyecanla karşıladık. Ama iş genellemeye ve toplumun evrimi açıklayacak kavramlara gelince, o da Marksizmi bilmemenin bir kurbanı olarak ortaya çıkıyordu. Amerikan Sosyal Antropolojisinin (Avrupa’da “Sosyoloji” denene Amerika’da “Sosyal Antropoloji” deniyor) bayağılıklarını tekrarlamaktan öteye gidemiyordu.
Sosyal Antropolojinin en temel yanlışı, tarihi Kültür’ün tarihi olarak ele alması ve Toplum’u sadece onun evriminin özel bir aşaması gibi görmesiydi. Kültür’ün biyolojik bir kategori, Toplum’un ise yepyeni bir varoluş ve hareket biçimi olduğunu kavrayamamasıdır.
Harari’nin kitabı da son yıllarda ortaya çıkan genelleme “evrensel tarihe” yönelme eğiliminin bir dışa vurumu olarak görülebilir.
Daha ilk çıktığında, adı bile, tam da bizim ilgi alanımıza giren bir kitapla karşı karşıya olduğumuz hissini uyandırmıştı. Çıktığında merakla ve umutla alıp baktık. Evet sezgilerimiz yanıltmamıştı. Bir “evrensel tarih” açıklaması girişimiydi. Ama satırlarını okumaya başlayınca tam bir hayal kırıklığı yaşadık. Evet bizim de üzerinde yoğunlaştığımız aynı olgular üzerinde yoğunlaşıyordu ama işte o kadar.
Doğrusu kitaptaki bayağılık ve yüzeysellik yüzünden fazlaca okuyamadık. Olgu olarak bilmediğimiz bir şey yok gibiydi. Ama o olgulardan çıkardığı sonuçlar ve olguları ele alırken kullandığı kavramlar tamamen yanlıştı.
Harari, Diamond’un ciddiyetinden bile yoksun, malını pazarlayan tipik bir şark tüccarı gibiydi.

Daha sonra, kitabın böylesine ilgi görmesi, büyük “evrensel tarihçi” diye vaftiz edilmesi üzerine (aslında şaşırmamıştık) kitabın neden bu kadar ilgi görmüş olacağı üzerine düşünmedik değil.
Harari’nin kitabının çok satmasının ve ilgi görmesinin bir nedeni, aslında konuyla ilgili, bilimsel literatürü biraz izleyen herkesin bildiği olguları, konuyla ilk karşılaşanlara birbiri peşi sıra çarpıcı biçimde alt alta veya yan yana yazması ve harcıalem çıkarsamalar ve açıklamalar yapmasıydı. Böyle olmasa zaten “çok satan” olamazdı.
Olguları böyle çarpıcı bir sunum içinde ilk duyanlar bunun karşısında etkilenmekte, hatta çarpılmaktadırlar. Dolayısıyla bu olguların açıklamalarına veya bu olgulardan sonra gelen çıkarsamalara eleştirel bir gözle bakmamakta, dolayısıyla bunları da o olgular gibi doğru kabul etmektedirler.
Ama okuyucuların doğru olarak kabul ettikleri ise aslında son derece bayağı, sıradan, yanlış teorilere dayanan hatta son derece gerici sonuçları olan önermelerdir.
Bunu bir örnekle göstermeyi deneyeyim.
Aşağıdaki örneği özel olarak “Para” konusundan seçtik. Çünkü “Bir Devrimin Eşiğinde” başlıklı yazılarımızda, işgücü denen çok özel meta olmadan artı değer üretimi dolayısıyla kapitalizm olamayacağı önermesinden hareket etmiş, ama Marksizmi bilmeyen ve bu önermeyi anlayamayan genç kuşaklara açıklayabilmek için, ta tarih öncesine, emek ve değer kategorisinin doğuşuna, organ ve üretim aracı kavramlarının ayrımına, yani maymundan insana geçiş sürecine gitmiş, hatta bu bağlamda Kıvılcımlı ve Engels’in kavramsal yanlışlarını eleştirerek, üretim aracı kavramının, ne zaman ve nasıl ortaya çıkmış olacağını, buradan da toplum kavramını tanımlamaya geçmiştik. Toplum’un ortaya çıkışının Din’in ortaya çıkışıyla olduğunu ve Din’in toplumun üstyapısı olduğunu göstermiştik. Bu uzak geçmişe geri dönüşten sonra tekrar eşiğinde olduğunu söylediğimiz devrimi ele almaya gelecektik ki, birdenbire rekor kıran ve herkesin gündemine gelen Bitcoin fenomeni vesilesiyle çok özel başka bir meta olan Para’yı, dolayısıyla ekonomi politiğin temel kavramlarını ele aldığımız bir yazı serisine girmiş ve bunu da birkaç gün önce sonlandırmıştık. Şimdi Harari’nin para konusunda yazdıklarından bir örnek seçerek, Para’dan hareketle, yani değer yayasından, yani ekonomi politiğin konusundan hareketle tekrar Toplum’a, yani tarihin ve sosyolojinin konusuna gelebilir ve Harari aracılığıyla bir devrimin eşiğinde serisine tekrar dönebiliriz. (Keza Sapiens ve Homo Deus da Toplumun ortaya çıkışından eşiğinde bulunduğumuz devrime geçişe paralel düşüyor.) Çünkü Hariri’nin esas yanlışları, tarihi açıklayışında. Harari’nin yöntemeni açıklayan para üzerine bu örnek, iki yazı serisi arasında bir bağlantı işlevi de görebilir. Yoksa kitaptan herhangi bir başka paragraf alınarak da aşağıda somut olarak gösterilecek özellikleri gösterilebilir.
“Renkli bir kağıt üzerinde bir yanda ABD Hazine Müsteşarının imzası, öbür yanda "Tanrıya inanıyoruz" sloganını göreceksiniz. Doları bir ödeme aracı olarak kabul ediyoruz çünkü hem Tanrıya hem de ABD Hazine Müsteşarına güveniyoruz. Güvenin kritik rolü, neden finansal sistemlerimizin politik, toplumsal ve ideolojik sistemlerimize bu kadar bağlı olduğunu, finansal krizlerin genellikle politik gelişmeler sonucu tetiklendiğini ve borsanın bir günde nasıl hisse alıp satanların ruh hâllerine bağlı olarak inip çıkabildiğini açıklar.
Paranın ilk türleri icat edildiğinde insanların paraya bu tür bir güveni olmadığından, gerçekten değerli şeyleri "para" olarak tanımlamak gerekmişti.
Paranın tarihindeki asıl kırılma noktası, insanlar kendinden bir değeri olmayan ama depolaması ve taşıması kolay olan paraya güven duymaya başladıklarında oldu. Bu anlamda ilk para, yaklaşık MÖ 3000'de Mezopotamya'da ortaya çıktı. Bu para gümüş şekeldi.
Bir sila arpanın aksine, şekelin kendi başına bir değeri yoktu. Gümüşü yiyip içemezsiniz veya üstünüze giyemezsiniz, ayrıca gümüş kullanışlı eşyalar yapmak için fazla yumuşaktır (gümüşten yapılmış saban demirleri veya kılıçlar neredeyse alüminyum folyodan yapılmış kadar çabuk bükülür). Gümüş ve altın sadece mücevher, taç ve diğer statü sembolleri yapımında kullanıldı (belirli bir kültürün üyelerinin yüksek toplumsal statüyle eşdeğer tuttuğu lüks eşyalar), dolayısıyla bunların değeri tamamen kültüreldi.”
İşte, birbirinden çarpıcı olgular art arda sıralanıyor: doların üzerindeki yazıdan ilk paraya, borsa çöküşlerinden güvene ve psikolojiye kadar her şey var iki paragrafta. En ilgisiz gibi görünen şeyler arasında bağlar (ki bilim özünde budur) ve tüm tarihten örnekler. Tam “evrensel tarihçilik” ve de “bilimsel”.
Ama biraz daha yakından bakalım.
Muhtemelen Amerikalı olmayan veya Amerika’ya gitmemiş veya İngilizce bilmeyen okuyucuların büyük çoğunluğu Doların üzerinde “Tanrıya Güveniyoruz” (Türkçeye “inanıyoruz” diye çevrilmiş, çevirmen belli ki aklınca Hariri’yi düzeltmiş!.. “Trust” güven demektir. Zaten ele alındığı bağlamda da söz konusu olan güvendir.) sözünün olduğunu ilk kez duymuşlardır ve çarpılmışlardır.
Mantık silsilesine bakalım.
Dolar’ın üzerinde Tanrıya güvenildiği sözlerinin varlığından hareketle “Güven”in finansal, politik, toplumsal ve ideolojik sistemlerde kritik bir rolü olduğu sonucu çıkarılıyor.
Halbuki, doların üzerindeki “Tanrıya Güveniyoruz” sözleri ve çarpıcılığı olmasa, bu güvene ilişkin çıkarsamalar bütünü bütünüyle anlamsız kalırdı.
Farklı soyutlama düzeylerinden gidelim. Varsayalım ki gerçekten güvene dayanıyor olsun bütün dedikleri.
Doların üzerinde tanrıya güvenden söz edilmesiyle, bu kurumların güven üzerinde yükseldiği önermesinin içsel bir bağı, bir neden sonuç ilişkisi yoktur.
Doların üzerindeki sözler rastlantısal bir olgudur. Bu sözler orada hiç olmayabilirdi. Birçok ülkenin parasında başka sözler de vardır veya hiç böyle sözler yoktur. Ama bunlar hiçbir şekilde “güven” oluşmasını engellemektedirler. Euro’nun üzerinde böyle bir söz yok ama ona daha az “güven” duyulmuyor.
Aslında bir “güven” sözcüğünden hareketle para konusunda çok yanlış bir teorinin fiili bir kabulü ve savunusu söz konusudur. Marjinal fayda teorileri veya psikolojik teoriler, (ki temel varsayımları, yani metanın değerini neyin belirlediği, yanlış olmakla birlikte, kendi içinde tutarlı olmaya önem verirler) onun içinde de Viyana veya Avusturya okulu, bu güven konusunu çok işler. Bayağı, ekonomi teorilerinde bu “nedret” (nadir olma) ve “güven teorisi”nin belli bir yeri vardır.

Hatta Bitcoin’i yaratan Satoşhi Nakamato bile bu teoriden etkilenmiş ve yarattığı Bitcoin’e nadir olma ve güven oluşturma özelliği sağlamaya çalışmıştır. Ama bunu yapabilmek için onu Altın gibi taklit edilemez ve büyük bir emekle çıkarılabilen sınırlı bir şey yapmak zorunda kalmıştır. Yani kendi niyetlerinden öte, Marksizmin emek değer teorisini kanıtlamış ve ona uygun davranmıştır. Bitcoin’i keşfedenin, yaptığını temellendirme çabalarından öte yaptığı, gerçekten para olabilecek bir şey olduğundan, nesnel olarak Marksist para teorisini doğrular ve bizde zaten Bitcoin üzerine yazılarımızda bunu gösterdik. Birçok bayağı Marksist’in Bitcoin karşısında tavır almalarında onu yaratan ve savunanların Avusturya veya Viyana ekolünün argümanlarına dayanmaları nedeniyle, Bitcoin’in kendisinin de anti Marksist olduğu gibi tamamen saçma çıkarsamalar yapmalarına yol açmaktadır. (Bugün de Gazete Duvar’da tam da böyle akıl yürütmeleri olan Doug Henwod diye birinden yapılmış “Bitcoin nasıl üretilir, para olmanın kriterlerini karşılar mı?” başlıklı bir çeviri vardı. Bizim yazdıklarımız hakkında bir kelime etmeyenler, Avrupa’dan ithal bir yazının, yani bir batılının otoritesinin arkasına sığınarak güya bize bir cevap vermiş oluyorlar.) Bu bayların anlamadığı, Anti Marksizm’in de Marksizm’in alanına girdiği ve Marksizm tarafından açıklanabilirliğidir. Ayrıca yanlış bir varsayıma dayanmak, doğru işler yapmayı engellemez. Hatta çoğu kez buna vesile bile olabilir.
Kolomb, dünyanın çapının daha küçük olduğu yönünde yanlış bir varsayıma, dayanıyordu ama keşfettiği yeni bir kıtaydı. Kıvılcımlı Sovyetlerin dünya ölçüsünde doğru bir çizgi izlediğinden hareketle, bu iş nasılsa yapılıyor diyerek tarihe yönelmişti ama keşfettiği antika tarihin gidiş yasalarıydı.
Satoshi Nakamato, paranın güvene ve nadir olmaya dayandığı önermelerinden hareketle güven oluşturmak için, taklit edilemez ve altın gibi sınırlı ve çıkarılması daha büyük emek gerektiren özelliği ile, nesnel olarak tam da Marksist açıklamaya uygun bir para yaratmış oluyordu. Çünkü bu özellikler, bir mübadele aracı, bir genel eşdeğer olmanın temelidir. Aksi durumda, yani birileri kolayca para yaratabilirse, yaratılan şey para işlevi göremez. Bu özellik para olmasını sağlayan kullanım değerini sağlar.
Devletlerin taklit etmeye, yani kalpazanlığa en ağır cezaları vermelerinin nedeni, fiziksel olarak engelleyemediklerini (çünkü kağıt para kolayca taklit edilebilir ve çok küçük bir emekle üretilebilir) silah gücüyle, mahkemeler ve hapishanelerle engellemeye çalışmalarıdır. Güven denilen şey, aslında tıpkı kıymetli madenler gibi taklit edilemezliktir, dolayısıyla çok emek gerektirmektir. Satoshi Nakamato, Devletlerin silah zoruyla yaptığını, algoritmalarla yaparak ve para yaratma tekelini devletlerin elinden ve kontrolünden alarak, büyük ölçüde devletlerin meşruiyet temelini ortadan kaldırarak bu sistemin temeline bir saatli bomba koymuştur.
Ayrıca, güven ve zor bir arada bulunamaz. Kâğıt para yapmaya verilen ağır cezalar, güvenin değil, devletlerin yurttaşlarına güvensizliğinin bir ifadesidirler. Güven duyan zora gerek duymaz.
Ve de devletler, para yaratma tekelini ellerinde tutarak yurttaşların silah zoruyla oluşturulmuş “güven”ini her zaman kötüye kullanmışlar zerrece güvene layık olmadıklarını defalarca kanıtlamışlardır. Yani aslında ortada güven için bir neden de yoktur.
Devletler para basıp silahlanmışlar, devleti büyütmüşler, basılan paralarla iflas eden şirketleri, bankaları “kurtar”mışlar, burjuvaziye “teşvik”ler, “sübvansiyonlar”, “vergi iadeleri” vermişlerdir.
Devlet basınca kalpazanlık olmuyor, insanlar basınca kalpazanlık oluyor. Devlet kalpazanlığının adı, “teşvik”, “ekonomiyi kurtarma”, “vatan savunması” vs. oluyor.
Yani paraya değerini veren psikoloji veya güven değildir. Onun kullanım değeri, yani bir mübadele aracı, bir eşdeğer olabilmesi, bir para olabilmesi benzerinin öyle kolayca yapılamaması, yapılması durumunda büyük emek harcanması özelliğinden gelir. Havanın da kullanım değeri vardır ama bir değeri yoktur. Ekonomi açısından kağıt paranın durumu böyledir, fiilen değersizdir veya değeri kağıt ve mürekkep masrafı kadardır ve aslında para işlevi olmasa, ki o da taklit edilemezliği ile sağlanır, o kadarı bile boşa harcanmış bir emektir. Güven denen şey aslında taklit edilemezliktir, bu özellik hiçbir değeri olmayan kağıtları para olarak kullanmayı sağlar. Satoshi Nakamato, emek bile harcamadan, sonsuz olarak çoğaltılabilen dijital nesnelere, çoğaltılamazlık, taklit edilemezlik özelliğini kazandırarak bir dijital altın yaratmıştır. Esas devrim budur.
Ve bu altın, ışık hızıyla dünyanın öbür yanına, hiçbir ulusal sınır ve devlet tanımadan yollanabilir, sonsuz küçük parçalara bölünebilir, kolayca saklanabilir vs.. Bütün bu özellikleriyle, devleti ve bankaları, kağıt parayı, banknotları, itibari paraları, kredi paralarını, gereksizleştirir. Bu bugünkü uluslar, ulusal devletler ve bankalar sistemin temeline konulmuş bir saatli bombadır.

Ayrıca Doların üstündeki “Tanrıya Güveniyoruz” sözlerinin ardında paranın güvene dayandığı önermesine bir gönderme yoktur. Bu sözlerin, Amerika’daki Püriten geleneklerden, Hıristiyan fundamentalizmine ve soğuk savaşta “Allahsız komunüst”lere karşı haçlı seferlerine kadar Amerikan tarihinden gelen bir ideolojik ve politik arka planı vardır ve aslında sınıf mücadelesiyle ilgilidir.
Ayrıca Bizzat ABD’de bu sözler sert mücadele ve tartışmaların konusu olmuştur. Bu din hürriyetini çiğneyen bir paroladır. Yani sözün orada bulunmasının nedeni, paraya güven oluşturmak veya paranın güvene dayanan bir şey olduğunu vurgulamak değil, ABD’yi Hristiyan değerlerinin yönetmesi şeklindeki gerici politika ve programdır.

Akıl yürütmesini ele almaya devam edelim çıkarılan diğer sonuca bakalım: kurumlara duyulan güven, “finansal krizlerin genellikle politik gelişmeler sonucu tetiklendiğini ve borsanın bir günde nasıl hisse alıp satanların ruh hâllerine bağlı olarak inip çıkabildiğini açıklar.”
“Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı.”
Eh her şey güvene dayanıyorsa ve güven de psikolojik bir olgu olduğuna göre, borsa krizleri bile bir güven sorununa indirgenebilir.
Finansal krizleri tetikleyenler genellikle politik gelişmeler olmadığı gibi, genellikle tersi doğrudur, finansal krizler politik krizlerin tetikleyicisi olurlar genellikle.
Borsanın inip çıkasının nedeni de alıp satanların ruh halleri değildir.
Bunların belli yasaları vardır ve yapay zekalar pek ala örnek tanıyarak (Muster Erkennung) borsaların nasıl eğilim göstereceğini bizlerden daha iyi öngörebilmektedirler. (Eğer sorun psikolojik olsaydı böyle daha iyi tahminler yapamazlardı.)
Kaldı ki gerçek neden sonuç ilişkisi içinde, bütün bunların ardında kapitalist üretim sisteminin anarşik karakteri vardır.
Harari, nedenler konusunda hiçbir söz bile etmeden, tetikleyicilere, vesilelere atlayarak yine okuyucuyu sarsmakta, peş peşe yumruklarla serseme çevirmektedir.

Ama esas mantıksızlık Dolar’ın üstündeki “güven” sözcüğünden, bütün mali, politik, ideolojik kurumların güvene dayandığı önermesine, oradan da Borsa krizlerine ve insan psikolojisine geçilmesidir. Bu art arda bir bağlantı varmış gibi sıralanan olgular arasında bir mantıki bağ ya da neden sonuç ilişkisi yoktur.

Buraya kadar çıkarsamamızda “güven teorisi”ni doğru kabul ettik.
Ama yukarıdaki bitcoin vesilesiyle değinmede belirttiğimiz gibi, paranın güvene dayandığı önermesinin kendisi yanlıştır.
Sadece paranın değil, kurumların güvene dayandığı önermesi de yanlıştır.
Kurumlar da hiçbir zaman güvene dayanmazlar. Yaptırımlara, zora dayanarak vardırlar. Hatta en gönüllü birlikler bile öyledir. Üyelerinden program ve tüzüğe uygun davranmalarını bekler ve böyle davranmayanı dışlar veya cezalandırırlar.
Güven değil, devletin zoru sayesinde bütün ulusal paralar vardırlar. Dolar ya da Türk lirası verdiğiniz bir dükkancı bunu kabul etmezse kendini hapishanede bulur. Moğollar, Kubilay Han, ilk kağıt para çıkardığında, bin yıl kadar önce, kabul etmeyenin kellesi gidiyordu.

İkinci paragrafta da aynı türden önermeler devam ediyor. Ama bir örnek yeter. Çıkarılan esas sonuca bakalım.
Paranın esası güvene dayanıyormuş. Yani tamamen sübjektif, hatta psikolojik bir açıklama.
Öte yandan, Gümüşü açıklarken, “gümüşün kendi değeri yoktu” diyor. Bu iyice bayağı bir görüştür. Gümüş’ün değeri onun üretimi için gerekli sosyal emek miktarıdır. İçinde böyle yoğun bir emek bulundurduğu için ve bir kullanım değeri olduğu için, yani bir eş değer ve dolaşım aracı olarak kullanılabildiği için onun bir değeri vardır. Gümüş ve altının fiziksel özellikleri onların para olarak bir kullanım değeri olmasını sağlar ve onların değişim değerini içlerinde yoğunlaşmış sosyal olarak gerekli emek miktarı belirler.
Harari’nin tam bir şark tüccarı gibi davrandığını görmek için sanırız bu kadar yeter. Tüm kitap böyledir aslında.

Evet, Harari’de olgular açısından benim için yeni bir şey yoktu. Tabii böyle birbirinden yanlış çıkarsama ve açıklamalar da sürekli dikkatimi çektiğinden Harari’nin kitabını, aynı alanda çok kafa yormuş, çok okumuş bir insan olmama rağmen okuyamamış ve daha fazla dayanamamıştım.
Ancak “Bir Devrimin Eşiğinde” yazı serisini yazmaya başladığımda çok farklı okuyuculardan “Harari de senin gibi, aynı şeyleri söylüyor” diye yankılar gelmeye başlayınca şaşırmadım desem yalan olur. Evet belki aynı konuları ve olguları ele alıyorduk ama tamamen farklı, birbirine zıt dünyalardık.
İnsanlar sadece aynı olguların söz edilmiş olmasına bakıp, bilmedikleri bu olgularla iki ayrı yazarda karşılaşınca onların dayandıkları teorik temeller, kavramlar ve çıkarsamalar üzerine zerrece kafa bile yormadan, benzer şeyleri düşündükleri gibi sonuçlara ulaşıyorlardı.
Hele bunları kendini Marksist olarak tanımayan insanlardan duyunca iyice şaşırıyordum. Anlaşılan sadece olgular yabancı değildi, insanlar Marksizm’i de bilmiyorlardı ya da unutmuşlardı.
Bu durumda kendimi Harari’ye benzetilmiş olmaktan kurtarmak için ister istemez Harari’nin bir eleştirisin yapmak ve kendi farklı kaynaklarımı göstermek şart oldu.
Ayrıca böyle Harari’yi bir köprü gibi kullanarak, para isimli çok özel metadan ( ve dolayısıyla Ekonomi Politikten) işgücü isimli yine çok özel metaya, dolayısıyla, topluma (dolayısıyla Sosyolojiye ve tarihe); “Sapiens”ten “Homo Deus”a, tarihten eşiğinde bulunduğumuz devrime, geçebiliriz.
(Bu satırları yazarken aklıma şu da geldi. “Büyük anlatıların sonu” ilan edilmişti. Böyle “Big History”, “Evrensel Tarih”e ilişkin popüler bilim kitaplarının ilgi görmesi “büyük anlatı”lara duyulan ihtiyaç veya ilginin tekrar ortaya çıkışının bir görünüşü olamaz mı acaba?)

Bu satırların yazarı, İbni Haldun ve Marks geleneğine dayanıyor.
İbni Haldun, Sümer’den beri gelen klasik uygarlıkların tarihinden ve olgularından hareketle hem genel olarak toplumun hem de kapitalizm öncesi uygarlıkların kimi hareket yasalarını bulmuştu, Marks’tan önce ve bağımsızca. Bir “evrensel tarihçi”ydi, yani sosyolojinin kurucusuydu.
Marks, kapitalizmin doğuş çağında, Yunanlılardan beri gelen tarihin ve özellikle de modern Avrupa tarihin olgularından hareketle, İbni Haldun’dan bağımsızca, yine hem genel olarak toplumun evrimini belirleyen yasaları, hem de modern tarihin yasalarını bulmuş ve onunla benzer sonuçlara ulaşmıştı. Bilimlerde birbirinden bağımsızca aynı keşfi yapma sık sık görülen bir olgudur.
Marks’ın vasiyeti üzerine Engels, kendilerinden ve İbni Haldun’dan bağımsızca benzer sonuçlara ulaşan Morgan’ın çalışmalarından hareketle ulaştıkları genel sonuçları uygarlığa ve Darwin’den hareketle insana geçiş sürecini açıklamakta kullandı.
Hikmet Kıvılcımlı ise, hem modern arkeoloji keşifleri ışığında, ta Sümerlerden beri gelen, hem de sadece Avrupa ve Orta Doğuyla sınırlı kalmayan, tüm diğer uygarlıkları da kapsayan olaylara ve Türkiye gibi ülkelerin yirminci yüzyıldaki tarihlerine ve evrimlerine yoğunlaşarak kapitalizm öncesi uygarlıkların tarihi anlayabilmek için çok önemli atılımlar yaptı.
Bu satırların yazarı, Kıvılcımlı’yı tanımış ve bilen bir devrimci ve Marksist olarak hem bu harika geleneğe dayandığı, hem de 20. Yüzyılın tarihini anlamak açısından hayati önemi olan Troçki’ye de dayandığı için olağanüstü şanslı olmuştur.
Bırakalım dünyayı bir yana, Kıvılcımlı’yı Türkiye’de bile kimse bilmez. Kıvılcımlı’nın tarih çalışmaları kimsenin ilgi alanında olmamıştır ve bu satırların yazarından başka bu konuda iki satır yazmış kimse de yoktur.
Ancak yazar sadece bu geleneğe dayanıyor değildir, aynı zamanda geliştirme çabasındadır. Bu geleneğin kavramlarını yeniden tanımlayıp geliştirmeye de çalışmaktadır.
Bunlardan söz edilmesinin nedeni, okuyucunun arka plan hakkında bir fikir sahibi olmasıdır.

Harari ise bu geleneğin tam karşısından geliyor. Avrupa’nın aydınlanmaya karşı bir karşı devrimin aracı olarak ortaya çıkmış ulusçuluğun temelini oluşturan sosyoloji ve bu sosyolojinin Amerikan versiyonu, sosyal antropolojilerin bir devamcısıdır.
Bütün dünya üniversiteleri, bunların yuvalarıdır. O sosyolog veya antropologların hepsi devletlerin üniversitelerinde yer bulurlar.
Bizler ise oralarda olmayı bile zul kabul ederiz.
Yani onunla karşı cephelerdeyiz.
Harari için İsrail normal bir devlettir. Bizler için bir dinle, ırkla tanımlanmış gerici, yarı faşist bir apartheid rejimidir. İsrail devletinin yıkılması ve hiçbir dile, dine, tarihe, soya vs. dayanmayan, dil, din, ırk, tarih, kültür körü olacak, bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir demokratik cumhuriyet bizlerin politik programıdır.
Sadece bunu yazmak ve savunmak bile bugünkü Siyonist ve ırk ayrımcısı apartheit devletinin varlığını tehdittir.
Bu nedenle bizler hiçbir ülkenin hiçbir üniversitesinde yer almayız. Ama Bay Harari gibiler, bu devletin var oluşuna karşı tavır almadıkları için hem üniversitelerde yer bulurlar hem de eserleri dünyada kolayca yayıncı bulup milyonlarca satar.
Ancak bu eşitsiz durumdan dolayı şikâyet etmiyoruz. Ama konumlarımızın ve duruşlarımızın zıtlığına dikkati çekmek de gerekir. Çünkü teorik dayanaklarımız ile bu konum ve duruşlarımız arasında kopmaz bir bağ vardır.
Elbette teorik olarak, böyle bir bağ olduğundan hareketle, biz devrimciyiz, onlar burjuvazinin görüşlerini ve pozisyonlarını savunuyorlar, dolayısıyla onlar yanlış biz doğruyuz gibi bir sonuç çıkarılamaz ve çıkarılmamalıdır. Yukarıdaki değinmeleri böyle bir sonuç çıkarmak için yapmadık.
Biz olgular, mantıksal çıkarsamalar, temel varsayımlar, sonuç önermeleri düzeyinde daha doğru bir teori temeline dayandığımız iddiasındayız. Bunu somut olarak da gösterebiliriz.
Bunu Harari’nin kitabının en temel tezleri çerçevesinde yapmakla yetineceğiz. Zamanımız olsa, yukarıda kısa bir örneğini gösterdiğimiz gibi bütün kitabın her cümlesini, her paragrafını lime lime edebilirdik.
Gelecek yazıda İnsan oluş süreci ve sonrasına ilişkin Hahari’nin görüşlerini kısaca ele alıp eleştireceğiz.
1 Ocak 2018 Pazartesi
Demir Küçükaydın
[email protected]
Bloglar:
https://steemit.com/@demiraltona
https://demirden-kapilar.blogspot.de
Video:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast:
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
İndirilebilir kitaplar:
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA
Hayvanlardan-tanrilara.jpg