Biz Marksistlerin Nesnel Tarihsel İşlevi Ne Oldu?

in #marksizm5 years ago

9932460-abbildung-eines-globus-gefüllt-mit-verschiedenen-flaggen.jpg
“Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”
Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz
Biz Marksistler yeryüzünden kapitalizmi, kapitalizmle birlikte eşitsizlikleri, baskıyı, sömürüyü ve zulmü ortadan kaldırmak için mücadele ettik (ve ediyoruz).
Son iki yüz yılda biz Marksistler kadar baskılara, işkencelere, tutuklamalara, hapislere, cinayetlere, katliamlara, sürgünlere uğramış ve en büyük fedakarlıkları yapmış, en diğerkam davranışları göstermiş hiçbir siyasi, dini ya da fikri akım yoktur.
Bu muazzam harekete katılmış, en korkunç acılara katlanmış, en büyük fedakarlıkları yapmış milyonlarca Marksist ve sosyalistin iyi niyetinden ve içtenliğinden elbette şüphe edilemez.
Ama yazının başındaki epigrafta yine Marks’ın ifade ettiği gibi, “nasıl bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanarak bir hüküm verilemezse” biz Marksistler hakkında da kendimiz hakkındaki öznel yargılarımız ne olursa olsun, bu yargılarımıza bakarak hüküm verilemez.
Bizlerin niyetleri ve kendi hakkımızdaki görüşlerimiz ile nesnel tarihsel gidişteki somut işlevimiz aynı olmayabilir.
Bir Marksist olarak ilk görevlerimizden biri de kendimiz hakkında kedi öznel yargılarımızdan öte nesnel işlevimizi görebilmek ve ortaya koyabilmektir.
Yine Marks’ın dediği gibi, nasıl tarihsel süreçte devrimlerin cellatları, kendi öznel niyetleri ne olursa olsun, istemeden de olsa, nesnel olarak celladı oldukları devrimlerin vasiyetlerini gerçekleştirmek zorunda kalırlarsa, Marksistler de kendi öznel niyet ve çabalarından öte tarihte nasıl bir nesnel işlev görmüşlerdir diye sormak ve tarihe bakarak bir sonuç çıkarmak gerekmektedir.
Bugünkü bilançoyu şöyle özetleyebiliriz. Biz Marksistler ve sosyalistler, kendisine karşı mücadele ettiğimiz kapitalizmin dünya çapındaki yayılışının ve zaferinin en büyük destekçileri olduk.
Kapitalizm zaferini bizim kendisine karşı yürüttüğümüzü düşündüğümüz çabalarımız, kanımız, terimizle kazanmıştır.
Biz kapitalizme bu zaferi, kapitalizme karşı mücadeleyi ana hedef yaparak, ulusların ve ulusçuluğun yok olmasını ise, kapitalizme karşı zaferden sonra kendiliğinden gelişecek bir süreç olarak ele alıp, uluslara karşı mücadele diye bir sorunu gündemimize bile almayarak, hatta ulusların ve ulusçuluğun savunucuları olarak sağladık.
Yani, peredoksal olarak ifade etmek gerekirse, aslında tam da kapitalizmi yıkmayı hedef alarak onun zaferine en büyük katkıyı yaptık.
Toplum diye bir toplum olmadığı gibi, yani somut olarak “Toplum” diye kendisine karşı mücadele edilecek ve değiştirilecek bir nesne olmadığı gibi, Kapitalizm diye kendisine karşı mücadele edilecek somut bir nesne de yoktur. Tıpkı Toplum gibi kapitalizm de bir soyutlamadır.
Toplum nasıl somut biçimlerde var olursa, kapitalist toplum da o somut toplumlar biçiminde var olur.
Modern çağda bu somut biçim uluslar ve ulusal devletlerdir. Modern demek kapitalizm demektir. Ulusların ve ulusal devletlerin kuruluşu, yayılması ve tüm yeryüzünü kaplaması özünde, kapitalizmin yayılmasından başka bir şey değildir.
Biz Marksistler kapitalizmi (veya emperyalizmi) düşman olarak hedefe koyarak, ama ulusları, ulusal devletleri ve ulusçuluğu, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ve somut toplumsal birimlerin bu çakışmaya göre kurulması ilkesini hiçbir şekilde düşman ilan etmeyerek, onların yok oluşunu kapitalizmin yıkılışından sonra kendiliğinden oluşacak bir sürece erteleyerek, fiiliyatta kapitalizme ilişkin üstyapıların, yani ulusların ve ulusal devletlerin kurucuları, yayıcıları ve böyle olmadığımız yerde de stabilize olmalarının araçları olduk.

Ama sadece bu kadar da değil. Kapitalizmin en karşı devrimci biçimde yayılışının da araçları olduk.
Çünkü Kapitalizm bir tek dünya cumhuriyeti içinde de var olabilirdi ve bu biçim soyut olarak kapitalizme çok daha uygun da olabilirdi. Aydınlanma kozmopolitizmi ve hümanizmi özünde kapitalizme uyan bu ideal biçimin ifadesinden başka bir şey değildi.
Uluslar ve ulusal devletler ise, Aydınlanma kozmopolitizmi karşısında bir karşı devrimi ifade ediyordu.
Aydınlanmanın ideali, “vatanım yeryüzü milletim insanlık” ifadesinde, ulusların ve ulusçuluğun prizmasından kırılmış bir şekilde ifade edildiğinde bile, bir kozmopolitizm ve hümanizm içeriyordu.
İnsanların dili, dini, ırkı ne olursa olsun eşit olduğu, politik olanın bunlarla belirlenemeyeceği, bunların insanların özel sorunu olduğu düsturu, hiçbir şekilde politik birimlerin, yani ulusların ve ulusal devletlerin bir toprak parçası, dil, din, ırka dayanacağı gibi bir varsayım içermiyordu. Aydınlanma bu nedenle tüm yeryüzü ölçüsünde insanların eşitliğini savunmuş ve gerçekleştirmenin yolunu bulmuş oluyordu.
Ancak Aydınlanma daha ilk adımında kendi içinde ulusçuluk karşı devrimine uğradı. İnsanları eşitlemenin bir aracı olan, özel olan ve politik olan ayrımına dayanarak, ama Politik olanı ulusal olanla, ulusal olanı da (önce Fransa’da) bir toprak parçasındakilerle belirledi.
Böylece dili, dini, soyu sopu hukuken kişilerin, yurttaşların veya insanların özel sorunu olarak kabul ederek onları eşit insanlar yapmanın aracı olan özel ve politik ayrımı, politik olanın bir toprak parçasında yaşayan insanlarla, yani bir ulusla tanımlanmasıyla birlikte insanlar arasındaki eşitsizliğin bir aracına dönüşmüş oluyordu.
Daha sonra bu karşı devrimi ikinci bir karşı devrim izledi. Uluslar bir dille, soyla, kültürle, ırkla, tarihle tanımlanmaya başladılar (Alman ulusçuluğu).
İşte Marksistler başlangıçta, Aydınlanma kozmopolitizminden hareket etmelerine, bu biçimsel eşitliğin yanına bir de ekonomik ve sosyal eşitliği koymak için harekete geçmiş olmalarına rağmen, bu ulusların ve ulusçuluğun bir karşı devrim olduğunu görmeyerek ve göremeyerek (Marksist bir uluslar ve ulusçuluk teorisinin yokluğu), bu değişim karşısında sanki insanların biçimsel eşitliği varmış gibi, sosyal eşitlik için insanları mücadeleye çağırarak, biçimsel eşitliği ve bunun için mücadeleyi gündemden düşürerek, aslında gerçek düşman olan uluslar ve ulusçuluğa karşı mücadeleyi gözlerden gizlemenin, dolayısıyla kapitalizmin yayılışının ve başarısının nesnel araçlarına dönüştüler.
Aydınlanma devriminin celladı olan ulusçular, aydınlanmanın vasiyetini, (yani tüm yeryüzündeki insanları eşit yurttaşlar yapmayı), tüm yeryüzünü uluslarla kaplayarak, ulusların eşitliğini insanların eşitliği yerine geçirerek karşı devrimci biçimde gerçekleştirdiler.
Ve tarihin ince alayı öyle oldu ki, Aydınlanma devriminin cellatları, onun vasiyetini, onun sürdürücüsü ve onu sosyal bir eşitlikle taçlandırma iddiasındaki Marksist ve sosyalistler aracılığıyla gerçekleştirdiler.
Yani Marksistler aslında kendisine karşı mücadele ettikleri kapitalizmin programını yerine getirdiler. Ama onu en gerici ve karşı devrimci biçimiyle yerine getirdiler. Sadece uluslara karşı mücadele etmemekle kalmadılar. En gerici, bir dille, dinle, tarihle tanımlanmış uluslara karşı bile mücadele etmediler, aksine böyle bir ulusçuluğun savunucuları oldular. Bizzat kendileri böyle ulusların kurucuları oldular.
Bu en iyi Aydınlanma kozmoplitizminin yerini enternasyonalizmin almasında da görülebilir.
Enternasyonalizm aslında aydınlanma kozmopolitizmine karşı da bir karşı devrimi ifade ediyordu. Şöyle de denebilir Enternasyonalizm, aydınlanma humanizi ve kozmopolitizminin, ulusçuluğun ve ulusların ufku içinde silik yankısından başka bir şey değildir.
Çünkü Enternasyonalizm de Nasyonalizmin dayandığı aynı ilkeye dayanıyordu: Ulusal olanla politik olanın çakışması. Politik birimlerin, devletlerin uluslara göre oluşması.
“Ulusal olan” ise ulusçuların ulusal dediği oluyordu. Bu yerine ve zamanına göre bir dille, bir dinle, bir tarihle, bir ırkla veya bunların çeşitli kombinasyonlarıyla oluşturuluyordu.
Ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” aslında ulusçuların istediği ilkeye göre bir ulus kurma hakkını savunmaktan başka bir şey olmuyordu. Çünkü gerçekte uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardı.
Ve Marksistler fiiliyatta genellikle dile ve tarihe dayanan ulusların kurucuları ve ulusçular oluyorlardı.
Dile dayanan bir ulusa ve ulusçuluğa itiraz etmeyerek, sanayi kapitalizminin ihtiyaçlarına uygun, okuma yazmanın genelleşmesine uygun bir ulusçuluğu savunmuş oluyorlardı.
Tarihe dayanan bir ulusa ve ulusçuluğa itiraz etmeyerek te o ulusa bir de ezilenlerin tarihteki mücadelelerini ekleyerek ezilenlerin ulusun savunucuları olmasını ve ulusçulara dönüşmesini sağlıyorlardı.
Dünyanın neresinde Marksistler başarıya ulaşır göründülerse aslında ulusal hareketlerin öncüsü olarak başarı kazandılar.
Kendilerini kapitalizmin mezar kazıcıları olarak görüyorlardı, ama nesnel olarak, yeryüzü ölçüsünde insanların biçimsel eşitliğinin, yani aydınlanmanın mezar kazıcıları oldular.

Bugün insanlığının dertlerinin kaynağı da Marksistlerin, kendi öznel niyetlerinden öte, bu nesnel tarihsel işlevinin sonuçlarının nesnel koşullar haline dönmüş olmasıdır.
Bugün gerek yeryüzü ölçüsündeki gerek Türkiye veya Ortadoğu ölçüsündeki çıkmazın, programsızlığın kaynağında Marksistlerin bu durumu bulunmaktadır.
Marksistler ancak uluslara karşı bir mücadele başlattıklarında, bir ulustan olmanın hiçbir politik anlamının olmaması, ulusal olanın da kişisel olması için, yani Aydınlanma’nın uluslara karşı ikinci bir baskısı için, uluslara ve ulusal devletlere karşı bir Kutsal Savaş (Cihat) başlattıklarında ancak bu günahlarının kefaretini ödeyebilirler.
Milyonlar hudutlara yığılarak bu programa ayaklarıyla oy veriyor.
Eksik olan yeryüzü ölçüsündeki bu isyana somut politik ve örgütsel bir ifade vermektir.
Bunun için de Marksizmin Marksist Bir Eleştirisinden başka bir çıkış yoktur.
Marksizmi yine ancak Marksizm aşabilir.
Çünkü Sartre’ın dediği gibi o “çağımızın ufku” olmaya devam etmektedir.
Marks’ın dediği gibi, kendi hatalarını açıkça ortaya koymaktan ve kendi hataları karşısında, ileriye sıçrayabilmek için, bir yay gibi, gerilemekten korkmaz.
Korkmamalıdır.
Bir Marksist tarafından yazılmış bu satırlar korkmayacağının ve korkmadığının kanıtıdır.
Marksist olmayan hiç kimse Marksizm ve Marksistler hakkında bu satırlardaki kadar acımasız bir eleştiri yapmamıştır ve de yapamaz.
Demir Küçükaydın
[email protected]
8 Mart 2020 Pazar