olta balıkçılığı
2013 yazında başlayan maceram, kış boyu devam etti. aralık ayına geldiğimizde havalar soğumuş, balığa gidemez olmuştuk. nerden, nasıl çıktı bilmiyorum; haftasonu bir gecenin tamamını balıkta geçirme fikri çıktı ortaya. iki balık arkadaşıyız, başladık birbirimizi gazlamaya.
aynı işyerinde çalışıyoruz, sigaralara beraber iniyoruz, yemeğe beraber gidiyoruz. yani takriben iki saatte bir birbirimize soruyoruz; "abi, gidiyoruz değil mi haftasonu?"
"tabi gidiyoruz abi."
birimizden birimiz, mızmızlanmaya başlasa diğerimiz hemen yan çizecek. ikimiz de gazlıyoruz birbirimizi. arkadaşlar "donarsınız, ölürsünüz" kehanetleri yapıyorlar. biz umursamıyoruz.
ince ince planlanıyor her şey;
cuma akşam kilitbahir
'e geçeceğiz, cumartesi sabah döneceğiz. hava 10 derece, aralıklarla yağışlı, rüzgar poyraz
, 4 ila 5 kuvvetinde.
üstümüzde yün çorap, botlar, alt-üst termal içlik, kadife pantol, polar, yağmur rüzgar geçirmez mont, boyunluk, bere.
çantamızda polar, içi polarlı kalın bir üst kıyafet, softshell, eldiven, ikişer olta, takım çantası, yemler, açılır, sandalye, cep sobası, yiyecek ekmek arası bir şeyler, 1,5 litre şarap.
cuma günü gelip çatıyor. işten çıkıp arabayı iskeleye yakın bir yer park ediyoruz. malzemeleri yüklenip feribota, oradan da avlanacağımız meraya doğru paytak yürüyüşümüze başlıyoruz. kıyafetlerimiz ve çantalarımızla zor hareket ediyoruz ama neden bilinmez sürekli birbirimize bakıp gülüyoruz.
meraya varıyoruz, ilk işimiz oltalarımızı suyla buluşturmak olacak. takım çantalarımızı açıp, oltalarımızı hazırlıyoruz. yemleri de taktıktan sonra sert rüzgarda zor da olsa atışlarımızı yapıyoruz. oltalarımızı sabitlememizin ardından başlıyoruz sandalyelerimizi açıp, işin keyfini sürmeye. şarap şişesi elden ele geçiyor, ben tuzlu ve sülüne
li ellerimle sigara sarıyorum. hiç üşümüyoruz ve keyfimiz yerinde.
oltalarımız rüzgardan ve dalgadan sürekli oynasa da balığa dair bir emare yok. teorik tartışmamız başlıyor devam eden yağmur eşliğinde. dip takımla devam mı etsek, gezer sistem tek iğne mi yapsak; yakına mı atsak, uzağa mı atsak; yemleri mi değiştirsek, iğneyi mi büyütsek derken ilk ve son çupra
mız akibetimizi merak eden bir arkadaşın telefonla aradığı ana denk geliyor. yüzlerimiz gülüyor, neşeyle konuşuyoruz, mutluyuz, gururluyuz ve evet, hala hayattayız!
saatler ilerliyor, üşümeye başlıyoruz ve livar
ımızdaki tek çupra
dan başka balık alamıyoruz. toplanıp başka bir yere gitmeye karar veriyoruz. bu karardan sonra eceabat
'a doğru kıyıdan ilerlemeye başlıyoruz. yolumuz boyunca 4-5 defa olta atıyoruz, toplanıyoruz ve devam ediyoruz.
her olta attığımız yerde heyecanlanıyoruz. önümüz koca deniz, karanlık ve tehditkar. biz ise yüzümüzde aptal sırıtışlarla resmen insanın evren karşısındaki saf çocukluğunun temsili gibiyiz. o karanlık, derin, akıntılı ve tehditkar suya olta atıyoruz ve bir balığın gelmesi için bekliyoruz. anlamsız kelimelerimizle uzayda birilerine bağıran insanlar gibiyiz.
yağmur, soğuk ve yorgunluk iyice ortaya çıkmaya başlarken, nispeten korunaklı bir koyda olta atmaya karar veriyoruz. oltalarımızı açıyor, denize atıyor, üstümüze bir kat daha kıyafet giyip sandalyelerimize oturuyoruz. rüzgardan korunaklı bir bölgedeyiz, tatlı bir rehavet altında 15-20 dakika kadar seslerimiz kesiliyor ve uykuya dalıyoruz. uyanıp halimize güldükten sonra bir şeyler yiyip şaraptan biraz daha içiyoruz.
hala livar
ımızda bir tek balık var ve o balık; kumsalda, dalgayla üstüne gelen taşların arasında sıkışmış bir halde bize bakıyor. hemen toplanıyoruz, livarımızı çıkarıp son bir şans daha denemek için eceabat
'ta bir iskeleye doğru yürümeye başlanıyoruz.
denizden ve havadan ıslanmış bir halde iskeleye varıyoruz. bu sıralarda yağmur kesiliyor ve rüzgar şiddetini arttırıyor. artık saat sabah 4 civarı. iskele betondan, altı boş değil. dolayısıyla her azgın dalgayla sırılsıklam olacağız. yol kenarına oturup biraz daha şarap içerken ne yapacağımızı düşünüyoruz. zira livarımızı doldurmamız için son şansımız olan sabah suyu yaklaşıyor, o saatleri verimli geçirmek istiyoruz. birimizden kilitbahir
'e geri dönmek fikri çıkıyor. zira kale önünden balık alma şansımız yüksek. yüksek ama oraya nasıl döneceğiz. zira ıslanmış, üşümüş, yorulmuş ve biraz da sarhoş haldeyiz.
telefonlarımızdan internete girip eceabat'ta bir taksi numarası buluyoruz ve bu kahramanca mücadele kahkahalarımız eşliğinde son buluyor. hile yaptık, bunun farkındayız ve bu yüzden kendimize gülüyoruz. uykulu bir sesle telefonu açan taksici önce bize inanmıyor. zorla ikna edip, bulunduğumuz yere çağırıyoruz. halimizi görmesiyle ilk söylediği şey "siz napıyorsunuz?" oluyor.
ne yapıyoruz biz? balık tutuyoruz. tutuyor muyuz gerçekten? livarda bir tane balık var ya, tutuyoruz. tamam o zaman, biz balık tutuyoruz.
eşyalarımızı taksiye yerleştirip bizi kilitbahir
'e götürmesini söylüyoruz. yol boyunca adam bizim yüzümüzden, biz ise bütün gece olduğu gibi bilinmez bir sebepten gülüyoruz. kalenin önüne gelip eşyalarımızı indirdiğimizde de taksicinin gülüşü devam ediyor, rastgele dedikten sonra sıcak ve kuru bir yere doğru kaçıyor.
oltalar bir daha açılıp denizle buluşturulduktan sonra son kat kıyafetlerimizi giyip sandalyelerimize oturuyoruz. aramızdaki mesafe 3 metre olmasına rağmen rüzgardan birbirimizi duyamıyoruz. inatla kalkıp, yem takıp, oltalarımızı rüzgarla birlikte bilinmeze doğru atmaya devam ediyoruz. her kalktığımda çantamı sandalyeye koymazsam sandalye uçuyor. her oturuşumda da çantayı kaldırıp hızla oturmam gerekiyor.
doğal olarak bir defa yavaş kalıyorum, sandalye uçuyor, ben yere düşüyorum ve üstümdeki kat kat kıyafetlerden dolayı bir süre yerimden kalkamıyorum.
arkadaşım ise kafasını çevirip bana baktığında gregor samsa
'yı görüyor. zira yere yatmış ve anlamsızca çırpınmamın başka bir açıklaması olamaz: böceğe dönüşüyorum ve henüz bu işe alışamadım...
zor bela kalkarken kahkahalarımız hiç kesilmiyor.
kısa bir süre sonra kalenin bekçisi geliyor ve soruyor. "siz napıyorsunuz?"
biz ne yapıyoruz, balık tutuyoruz. tutuyor muyuz gerçekten? livarda bir tane balık var ya, tutuyoruz. tamam o zaman, biz balık tutuyoruz.
"gidin burdan, donarsınız. feribot açıktır, 6'da kalkacak gidin ısının biraz" diyor. gülerek "biz de zaten gidiyoruz" dedikten sonra toplanmaya başlıyoruz.
cebimde taşıdığım şarap şişesinden bıkmış haldeyim. dibinde biraz kalmış olmasına rağmen oraya bırakmaya karar veriyorum. 10 metre gittikten sonra bekçi şarap şişesini farkediyor ve "oraya atmayın" diye bize kızıyor. tam bu sırada ben şarap şişesini bırakmakla iyi etmediğimi, elimizde bizi ısıtacak bir tek onun kaldığını düşünüyorum ve bekçiye "aa, unutmuşuz" dedikten sonra geri dönüp şişeyi ait olduğu yere, montumun cebine yerleştiriyorum.
saat beş buçuk.
feribota biniyoruz ve üst kata çıkıp oturma salonuna geçiyoruz. içerisi zifiri karanlık. eşyalarımızı sağa sola atıp, karşılıklı oturuyoruz. livarımızdaki tek balık hala canlı ve biz hala kahkahalarla gülüyoruz. tam o sırada bir ses geliyor karanlıktan; "beyler, uyuyan var ayıp oluyor."
her yer karanlık ve ses veren kişiyi bir türlü göremiyoruz. "kusura bakma, farkedemedik" dedikten sonra susup koltuklara kıvrılıyoruz. uykuya dalarken hala daha farkedebilmiş değiliz.
saat sekiz buçukta, feribot çanakkale
iskelesine yanaşırken uyanıyoruz. toplanıp inmeye hazırlanırken normal şartlarda kilitbahir-çanakkale
arasının 15 dakika sürdüğünü hatırlıyoruz ve feribot 7'de kalkacaktı. sağolsunlar, o kadar güzel uyuyormuşuz ki kıyamamışlar bizi uyandırmaya, boğazda mışıl mışıl uyuyarak bir kaç tur atmışız... yeni bir kahkaha dalgasıyla beraber feribottan iniyoruz, arabaya yürüyoruz ve eşyaları arabaya yerleştirmeye başlıyoruz.
arabanın önünde ufak sorun yaşıyoruz; zira tuttuğumuz tek çupra
ortalıkta yok. o balık bütün gece hayatta kalmayı başardı; kah livarın içinde taşlarla ezildi, kah dışarıda bizimle gezindi. ama yine de en son hatırladığımızda hala çırpınmaya devam ediyordu.
balığı bulamıyoruz. "herhalde saldık, ya da kaçırdık" diye düşünüp arabaya binip gidiyoruz. arkadaşım sürekli soruyor;
"carpanacalan
, balık nerde abi?"
"bilmiyorum abi, gitti herhalde."
balık nereye gider, nasıl gider ikimiz de sorgulamıyoruz.
eve gider gitmez son kalan gücümle eşyalarımı yerlerine kaldırıyorum. sıcak bir banyonun ardına temiz kıyafetler giyip karımın yanına, sıcacık yatağa kıvrılıyorum...
öğleden sonra uyandığımda arkadaştan gelen mesajı görüyorum;
"abi benim takım çantası kayıp, onu aramaya gidiyorum. en son nerede hatırlıyorsun? bir de, balık nerde abi?"
arabaya vardığımızda takım çantası elimizdeydi eminim. zira onu kaldırıma koyduğumuzu hatırlıyorum. ama ikimizde o çantayı bagaja koyduğumuzu hatırlamıyoruz. ilk zayiyatımız, arkadaşımın özene bezene oluşturduğu takım çantası, balığın nerede olduğunu ise bilmiyorum. gitti herhalde...
üç gün boyunca arkadaşım sürekli sormaya devam ediyor;
"carpanacalan, abi balık nerde?"
"ne bileyim abi, gitmiş işte"
"carpanacalan, balık nerde abi..."
üçüncü gün yeniden balığa gitmek için sırt çantamı açtığımda rezalet bir koku beni karşılıyor. çantanın içinde bir torba, torbanın içinde pelte halinde, jöle kıvamında bir balık. etraf kan ve pislik. zaten kokuyla birlikte öğürmeye başlıyorum ve balığı zor bela çöpe atıyorum. yere balığın parçaları damlıyor ve düşüyor. eşim camın önüne kaçmış "eyvah" ediyor, ben ise bir yandan öğürüyor, bir yandan yerleri temizlemeye çalışıyor, bir yandan da çöpü bir kaç tane poşetin içine koymaya çalışıyorum.
yerleri temizleyip, camları ve kapıları açıp, ellerimi yıkadıktan sonra çantayı çamaşır makinesine atıp çalıştırıyorum, ardından çöpü atıp geliyor ve yeni bir balık avına gitmek için arkadaşımla buluşuyorum.
carpanacalan
, abi balık nerde?- abi, balık gitmemiş...
Posted on Hede.io - Knowledge Sharing Dictionary